top of page

FRANKENSTEIN VE ÖTEKİLERİ

Komik bir detayla başlayalım. Bir gün, küresel karantina şartlarından yararlanıp National Theatre’ın Youtube üzerinden yayınladığı “Frankenstein” oyununu izliyordum. Oyun ilerledikçe okumakta olduğunuz yazının çerçevesi de zihnimde oluşmaya başlıyordu fakat aklımdan geçenleri not etmek için kağıt kalem almaya gidemeyecek kadar oyunun içine çekilmiştim. O günün ardından, birbirinden kopuk olan düşüncelerimi bağlayabilmek için oyunu tekrar izlemeye yeltendiğimde iş işten çoktan geçmişti, çünkü video sadece sınırlı bir süre için seyirciye açıktı. Kaçırmıştım. Başka bir deyişle, bu yazıyı oluştururken, teknik bir yol izleme konusundaki bilinçli ısrarıma rağmen bu görev için daha öznel bir mekanizma kullanmak zorunda kaldım. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu yazıyı yazarken kendi unutuşlarımla ya da olay örgüsüne dair bazı silik detayların bıraktığı doldurma biçimlerimle karşılaşmak keyifli bir işti. Bu durum elbette kendimizi bir takım keyfi bağlantıların akışına bırakacağımız anlamına gelmiyor. Aksine, zaman içinde keyfilik olarak belirenin nasıl her zaman kendine özgü bir yapısı olduğunu ve bu yapının bilince kendini dayatma imkânını nasıl bulduğunu araştırma şansı bulacağımızı umuyoruz.


Franskenstein Sesleniyor... Tanrı’ya mı? Baba’ya mı? Bilim İnsanı’na mı? 

Frankenstein’in doğuşu, biri ya da birileri tarafından içinde cana gelmesi için hazırlanmış yapay bir rahimden kendini dışarı atma anıyla tamamlanıyor. Üzerinde dikiş izlerinin bulunduğu bir vücut, koordinasyon arayışı içinde epeyce debelenirken nihayet dış dünyaya ait nesnelerle karşılaşıyor. Bu sahne, insana kolayca bir bebeğin doğumunu ya da, eğer Frankenstein’ın doğumunun bir cinsel birleşmeden kaynaklanmadığını göz önünde bulundurursak, Adem’in yaratılışını hatırlatabilir. Oysa ki, bu yaratığın ebeveynlere sahip olmayışı ya da bir Tanrı tarafından yaratılmamış olması, onun özneleşme süreci boyunca hangi Öteki’ye seslendiğini ve bu seslenişin bu Öteki tarafından niçin bir türlü tanınamadığını açıklarken bize rehberlik eden bir bilgi. Zira kahramanımız Victor’a bedeni varlığını mümkün kılanın tüm yöntemsel varyasyonların ötesinde olduğunu sezercesine soruyor; “Beni niçin yarattın, eğer sevmeyeceksen?” 

 

Bu gerçekten de izleyiciyi, Frankenstein’ı, ve belki de yaratıcı Victor’un kendisini dahi öznenin kökenine dair bir sorgulamaya ve Ötekinde işleyen arzunun dinamiğine gönderen bir soru.Yaratılanın ya da yaratma ediminin Victor’un arzu mekanizmasında tuttuğu yer ile yaratılışımızın Tanrı için olası anlamları arasında bir fark olsa gerek… Ne de olsa Tanrı arzu nesnesiyle ilişkisi farklı olduğundan biz insanlar gibi arzulamamaktadır[1]. Tanrı zevkin (jouissance) yerini işgal etmekte, Tanrı tarafından sevilmek için değil onu sevmek üzere yaratılmış özne ise - burada İslam dininin sunduğu bağlamı kullanacağım-, Fethi Benslama’nın “İslam’ın Psikanalizi” kitabında tatmin edici bir biçimde özetlediği gibi “Öteki’nin hazzı içinde tutulmakta”dır.[2]


Tıpkı Tanrı gibi Victor da Frankenstein’i sevmek için yaratmış görünmez, fakat Tanrı’nın aksine, Frankenstein tarafından sevilmek isteyip istemediği de meçhuldür. Victor’un arzusu ile alakalı bilinmezliklerle baş etmeye çalışan tek kişi Frankenstein da değildir üstelik. Victor onun bakışına mazhar olamayışından adeta acı çeken eşinin sorusuyla karşılaşır bu kez: “Madem bir şeye can vermek istiyorsun, niçin bunu daha kolay bir biçimde yapmıyorsun? Bir çocuğumuz olabilir.” 

 

Victor söyleminde kendi çocuğuna dahi bir yer açamazken, belki de Frankenstein’ın “babası” olarak anılmaya daha layık bir “B”aşkası, Frankenstein’ın yaratıcısının arzusunun yer aldığını varsaydığı ve kendini içinde konumlayabileceği bir alanın hayalini kurmasında ona yardımcı olur. Bu “B”aşka, oğlu ve gelinin evinde onlarla birlikte yaşayan ve gözleri görmeyen ihtiyar bir adamdır. Evde yalnız olduğu bir gün, başıboş dolaşan Frankenstein’ın yolu onun evine düşer. İhtiyarın gözlerindeki körlük, hem bu yaratığın sürekli olarak kaçınmakta olduğu türden bir bakışa maruz kalmasını engeller, hem de ihtiyarın ilk kez karşılaştığı bu kişinin imgesinin yerindeki boşluktan itibaren kelimelerden ve düşlemlerden yoksun olan misafirine bir kimlik ve hikâye armağan etme fırsatı verir. Frankenstein, ihtiyarın kendisine öğrettiği kelimeler vasıtasıyla dili kullanmaya başladığı andan itibaren aynı zamanda kendi bedenine de yabancılaşmakta ve bu yabancılaşma beraberinde kendisi için sevilebilir bir egoya sahip olmanın mümkün olup olmadığı sorusunu getirmektedir. Burada, sevilmeye dair öznel şikâyetini yönelttiği ancak karşılığında onu teskin edecek herhangi bir yanıt alamamış olduğu, Öteki’nin yerindeki Victor’dan bu kez ona bir eş yaratmasını isteyen Frankenstein’ın talebinin işaret ettiği şeye dikkat edelim.


ree

L Şeması üzerinden anlaşılabileceği üzere, öznenin kendisiyle ve diğerleriyle olan ilişkisi daima imgesel eksende mümkündür.[3] Dolayısıyla bir benlik inşası sürecinde olan Frankenstein’ın eş olana –yani benzere- olan talebi vasıtasıyla öznelleşme sürecinde olmazsa olmaz bir eşiği geçmek üzere olduğunu söyleyebiliriz. O sürekli yenilenen bir tanınma talebi üretmektedir, zira bedeninin Gerçeğiyle başa çıkabilmek için ötekinden gelecek yapılandırıcı bir bakışa, ve bu bakışın yol açacağı, onu tanımlayacak ve adlandıracak bir beyana her seferinde yeniden ihtiyaç duymaktadır. Ne yazık ki Victor, bu talebi – hem benzere olan talebi hem de tanınma talebini- yarattığı dişi bedeni Frankenstein’ın gözleri önünde paramparça ederek ikinci kez yok sayacaktır. Üstlendiği bu yıkım ile birlikte Frankenstein için insanileştirici olabilecek bir ben ideali oluşumunu sekteye uğratır çünkü ötekinin olmadığı bir yerde yasa da işleyemeyecektir. Burada ben ideali kavramının, öznenin diğerleriyle olan ilişkisinde toplumsal bağı gözeterek var olmasını, yani eyleme geçmek yerine kelimeleri kullanmaya razı olmasını sağlayan bir yapıyı ifade ettiğini hatırlarsak[4], Frankenstein’ın Victor’u dolaylı olarak hedef alan şiddet eylemlerinin müstakbel eşinin yok edilmesinden sonra geliştiğini görmek daha anlamlı gelecektir. Bu durum, Victor’un Frankenstein’ın çağrısına simgesel yasaya referansı olan simgesel babanın yerinden bir yanıt üretmekten aciz oluşunun göstergesidir.


Bu çıkarımı yapmamı sağlayan olguyu açıklayabilmek için sanırım öncelikle Lacan’ın bir gösteren olarak belirlediği Babanın-Adı kavramına kısa bir giriş yapmalıyım. Öznenin “dile giriş”i, yalnızca dil ile birlikte “konuşan varlık” haline gelişi değil aynı zamanda dil içerisinde daha doğmadan “konuşulan” olmayı da içermektedir. Yani, çocuk düşlenir; bir çiftin aile hikâyesinde işgal edeceği yer ile… Çocuğun bir tarihi vardır ve ona durmadan anlatılan bir tarihtir bu. Bu anlatılar kimi zaman bir kaybı konu alır –çocukların birinin ya da bir bağın kaybını imlediği ailelerle çok sık karşılaşırız, kimi zaman da göçler ya da savaşlar gibi toplumsal olaylar tarafından şekillendirilmiş deneyim ve anıları… Babanın-Adı göstereninin ifade ettiği işlev, özneyi kişisel tarihine dair bir anlatıyla donatarak kuşaklararası farkın içine yazdırmak ve öznenin bu farkın kendisine dayattığı yasayı tanıyarak ötekilerle olan simgesel ilişkisini düzenleyebilmesini sağlamaktır. Ödipal anlatıyı düşünelim, anne ile çocuk arasındaki ilişkiyi düzenleyen yasa aynı zamanda kuşaklararası farkın yasası değilse nedir? Yazının başlarında Frankenstein’ın bir çift ilişkisinden doğmamış olmasının bizim için önemli olacağını söylemiştim. Bu önem, Victor’un Frankenstein’ı bir baba olarak değil bir bilim insanı eliyle yaratmış olduğu gerçekliğini vurguluyor olmasından kaynaklanıyor şüphesiz. Bir bilim insanı olan Victor için Frankenstein, insan eliyle birleştirilmiş beden parçaları ve sinir ağlarından daha fazlası değildir. O, bilimsel bir ütopyanın “konuşulan”ı olsa bile –yapay zekanın ulaşabileceği en son noktaya dair bilimsel hülyayı hatırlayalım-, simgesel yasaya ve yapılandırıcı “eksikliğe” gönderimde bulunmayan, Gerçek ve İmgesel arasında sıkışıp kalmış bir söylem içerisinde, salt bir beden olarak tasarlanmıştır. Düşünelim, günümüzde bir Frankenstein yaratmak mümkün olsaydı, yaratığımızın başına neler gelirdi? Cam bir fanusun içerisinde bilimsel söylemin gösteri nesnesi olarak seyirciye sunulmak ile kapitalist söylemin zevk (jouissance) ile aramızdaki tüm sınırları kaldırmaya dair buyruğu doğrultusunda her türlü işe koşturulmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağına şüphe yok! Benzer şekilde, Frankenstein’ın öznel şikâyeti duyulamamaktadır çünkü kimse ondan bir şeylerden şikâyet ederek öznel bir talep üretmesini, benzerleriyle bir ilişki kurmasını ve dolayısıyla arzulayan bir varlık haline gelmesini beklemez, içine doğduğu bilimsel söylem için bunlar bir amaç haline gelememektedir. Bu yüzdendir ki, bir bilim adamı olarak Victor, türünün ilk örneği olduğu için herhangi bir tarihi olmayan Frankenstein’ın bir benzeriyle birlikte kendine özgü hikâyeler oluşturma ihtimalini doğrudan ve üzerine düşünmeksizin ortadan kaldırabilmiştir.


Kısacası, Frankenstein öznelleşebilmek için “biriyle” karşılaşmalıdır. Fakat Victor’la değil…   


*Bu yazı 31 Mayıs 2020'ye ait.

[1] Lacan, J. (2016). Anxiety. Oxford: Polity Press.

[2] Benslama, F. (2005). İslam’ın Psikanalizi (4. Baskı). İletişim Yayınları 

[3] Dor, J. (1998). Introduction to the Reading of Lacan: The Unconscious Structured Like A Language. Other Press.

Yorumlar


© 2025 by Nur Cansu Kızılpınar

bottom of page