FRANKENSTEIN VE ÖTEKİLERİ
- Nur Kızılpınar
- 24 Ağu 2024
- 5 dakikada okunur
Komik bir detayla başlayalım. Bir gün, küresel karantina şartlarından yararlanıp National Theatre’ın Youtube üzerinden yayınladığı “Frankenstein” oyununu izliyordum. Oyun ilerledikçe okumakta olduğunuz yazının çerçevesi de zihnimde oluşmaya başlıyordu fakat aklımdan geçenleri not etmek için kağıt kalem almaya gidemeyecek kadar oyunun içine çekilmiştim. O günün ardından, birbirinden kopuk olan düşüncelerimi bağlayabilmek için oyunu tekrar izlemeye yeltendiğimde iş işten çoktan geçmişti, çünkü video sadece sınırlı bir süre için seyirciye açıktı. Kaçırmıştım. Başka bir deyişle, bu yazıyı oluştururken, teknik bir yol izleme konusundaki bilinçli ısrarıma rağmen bu görev için daha öznel bir mekanizma kullanmak zorunda kaldım. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu yazıyı yazarken kendi unutuşlarımla ya da olay örgüsüne dair bazı silik detayların bıraktığı doldurma biçimlerimle karşılaşmak keyifli bir işti. Bu durum elbette kendimizi bir takım keyfi bağlantıların akışına bırakacağımız anlamına gelmiyor. Aksine, zaman içinde keyfilik olarak belirenin nasıl her zaman kendine özgü bir yapısı olduğunu ve bu yapının bilince kendini dayatma imkânını nasıl bulduğunu araştırma şansı bulacağımızı umuyoruz.
Franskenstein Sesleniyor... Tanrı’ya mı? Baba’ya mı? Bilim İnsanı’na mı?
Frankenstein’in doğuşu, biri ya da birileri tarafından içinde cana gelmesi için hazırlanmış yapay bir rahimden kendini dışarı atma anıyla tamamlanıyor. Üzerinde dikiş izlerinin bulunduğu bir vücut, koordinasyon arayışı içinde epeyce debelenirken nihayet dış dünyaya ait nesnelerle karşılaşıyor. Bu sahne, insana kolayca bir bebeğin doğumunu ya da, eğer Frankenstein’ın doğumunun bir cinsel birleşmeden kaynaklanmadığını göz önünde bulundurursak, Adem’in yaratılışını hatırlatabilir. Oysa ki, bu yaratığın ebeveynlere sahip olmayışı ya da bir Tanrı tarafından yaratılmamış olması, onun özneleşme süreci boyunca hangi Öteki’ye seslendiğini ve bu seslenişin bu Öteki tarafından niçin bir türlü tanınamadığını açıklarken bize rehberlik eden bir bilgi. Zira kahramanımız Victor’a bedeni varlığını mümkün kılanın tüm yöntemsel varyasyonların ötesinde olduğunu sezercesine soruyor; “Beni niçin yarattın, eğer sevmeyeceksen?”
Bu gerçekten de izleyiciyi, Frankenstein’ı, ve belki de yaratıcı Victor’un kendisini dahi öznenin kökenine dair bir sorgulamaya ve Ötekinde işleyen arzunun dinamiğine gönderen bir soru.Yaratılanın ya da yaratma ediminin Victor’un arzu mekanizmasında tuttuğu yer ile yaratılışımızın Tanrı için olası anlamları arasında bir fark olsa gerek… Ne de olsa Tanrı arzu nesnesiyle ilişkisi farklı olduğundan biz insanlar gibi arzulamamaktadır[1]. Tanrı zevkin (jouissance) yerini işgal etmekte, Tanrı tarafından sevilmek için değil onu sevmek üzere yaratılmış özne ise - burada İslam dininin sunduğu bağlamı kullanacağım-, Fethi Benslama’nın “İslam’ın Psikanalizi” kitabında tatmin edici bir biçimde özetlediği gibi “Öteki’nin hazzı içinde tutulmakta”dır.[2]
Tıpkı Tanrı gibi Victor da Frankenstein’i sevmek için yaratmış görünmez, fakat Tanrı’nın aksine, Frankenstein tarafından sevilmek isteyip istemediği de meçhuldür. Victor’un arzusu ile alakalı bilinmezliklerle baş etmeye çalışan tek kişi Frankenstein da değildir üstelik. Victor onun bakışına mazhar olamayışından adeta acı çeken eşinin sorusuyla karşılaşır bu kez: “Madem bir şeye can vermek istiyorsun, niçin bunu daha kolay bir biçimde yapmıyorsun? Bir çocuğumuz olabilir.”
Victor söyleminde kendi çocuğuna dahi bir yer açamazken, belki de Frankenstein’ın “babası” olarak anılmaya daha layık bir “B”aşkası, Frankenstein’ın yaratıcısının arzusunun yer aldığını varsaydığı ve kendini içinde konumlayabileceği bir alanın hayalini kurmasında ona yardımcı olur. Bu “B”aşka, oğlu ve gelinin evinde onlarla birlikte yaşayan ve gözleri görmeyen ihtiyar bir adamdır. Evde yalnız olduğu bir gün, başıboş dolaşan Frankenstein’ın yolu onun evine düşer. İhtiyarın gözlerindeki körlük, hem bu yaratığın sürekli olarak kaçınmakta olduğu türden bir bakışa maruz kalmasını engeller, hem de ihtiyarın ilk kez karşılaştığı bu kişinin imgesinin yerindeki boşluktan itibaren kelimelerden ve düşlemlerden yoksun olan misafirine bir kimlik ve hikâye armağan etme fırsatı verir. Frankenstein, ihtiyarın kendisine öğrettiği kelimeler vasıtasıyla dili kullanmaya başladığı andan itibaren aynı zamanda kendi bedenine de yabancılaşmakta ve bu yabancılaşma beraberinde kendisi için sevilebilir bir egoya sahip olmanın mümkün olup olmadığı sorusunu getirmektedir. Burada, sevilmeye dair öznel şikâyetini yönelttiği ancak karşılığında onu teskin edecek herhangi bir yanıt alamamış olduğu, Öteki’nin yerindeki Victor’dan bu kez ona bir eş yaratmasını isteyen Frankenstein’ın talebinin işaret ettiği şeye dikkat edelim.







Yorumlar