ÖZNEL TARİH İLE İLİŞKİLENMEDE BİR YOL: PSİKANALİZ
- Nur Kızılpınar
- 24 Şub
- 8 dakikada okunur
Öncelikle, bu çatı altında buluştuğumuz herkese selamlarımı iletmek isterim. Bir zamanlar benim de öğrencisi olduğum İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji bölümü uzun zamandır psikanalizin, özellikle Lacanyen psikanalizin aktarımının yapıldığı bir yer. Bu aktarım yoluyla pek çok öğrenci hem klinik duyuşları hem de öznel arzuları için kendilerine bir yol buldu; bugün bizzat bu konuşmayı üstlenerek bu aktarımın bir parçası olmaktan dolayı çok mutluyum. Fazlaca uzun bir konuşma olmayacak, zamanımızın yeterli bir kısmını konunun bizlerde uyandırdıklarını paylaşmaya ayırmayı önemli buluyorum.
Söze bugün bulunduğumuz kurumla olan ilişkimin tarihine referans vererek başlamam tesadüf değil. Psikanalizle ilgilenen herkes bilir ki, psikanaliz biraz da geçmişe dönme meselesidir. Kimleri buna hatırlamak der; çok uzaklarda kalmış bir çocukluğa, hatta kimi zaman onun da ötesine, soy bağının getirdiklerine hatırlama yoluyla erişmek… Oysa bellek bu işin oldukça küçük bir kısmıdır. Geçmişle ilişki, bellek kavramının bize çağrıştırdığı gibi, yani bugünden düne doğru uzanan lineer bir hat üzerinde kurulmuyor. “Kurulma” kelimesini kullanıyorum; çünkü geçmiş bir kurgudur, hayat boyunca özne olarak konumumuzu sorgulamamıza sebep olan irili ufaklı her yaşam olayında yeniden ele alınır ve yeniden inşa edilir. Yüzümüzü -ergensek- yetişkinler dünyasında çocuk olarak var olduğumuz döneme, ebeveynlikte kendi ebeveynlerimizle kurduğumuz bakım ilişkilerine çeviririz; fakat yalnızca hatırlamak için değil, tüm öznel tarihimizi içine yeni yeni yerleşiyor olduğumuz konumlardan hareketle daha farklı bir yolla ele almak için. Bu süreç tam anlamıyla bir geriye dönüş olamaz, çünkü kronolojik zaman bir kişinin, bir olayın ya da bir durumun üzerinden geçip gittiği zaman, o “şey”in Gerçek’i artık kaybedilmiştir. Bir şeyin nasıl hatırlandığı ile o şeyin kendisinin gerçekte nasıl olduğu arasında her zaman şöyle ya da böyle bir fark olduğu anlamına gelir bu. Lacan bunu Freud’un “Teknik Yazılar” metnini ele aldığı seminerinde, tarih ve geçmiş kavramları arasında yaptığı ayrımla oldukça iyi açıklar:
“Tarih geçmiş değildir. Tarih, şimdiki zamanda tarihselleştirildiği sürece geçmiştir – şimdiki zamanda tarihselleşmiş çünkü geçmişte yaşanmıştır.” [i]
“Şimdiki zamanda tarihselleştirmek”, analizde öznenin kendi hakkında konuşmakla yaptığından başka bir şey değildir. Öznenin kendi tarihine doğrudan erişimi yoktur, onunla ancak konuşarak ilişkilenir. Hatta bir adım daha ileriye gidelim; bu konuşma kaynağını yalnızca öznenin “hatırladıklarından” değil ama aynı zamanda ona önceki jenerasyonların taşıyıcı rolüyle gelmiş olan pek çok anlatıdan da alır. Öznenin tarihinin onun doğumundan önceye kadar gittiği düşünüldüğünde, analizde analist olarak bize anlatılan ve doğrudan bellekten çağrılıyormuş gibi duyulan şeylerin bile “olduğu haliyle” değil, yalnızca bir başka anlatıyla olan bağlantısı içerisinde anlamlı olduğunu unutmamak gerekir.
Bunun ne demek olduğunu anlamak için bizzat pratiğe bakmak yeterli. Analizin başında kişinin kendini tanıtmak için bize verdiklerine bakarsak, burada çoğunlukla biyografiyi buluruz. Biyografi, öznel bir tarihselleştirmeden farklıdır; belki söze dökülüp analiste iletilmiştir, ancak üzerine konuşulmamıştır. Başka bir deyişle, içerisindeki boşluklar -bilinmeyenler ya da yanlış bilinenler – henüz kendini söylemde göstermemiştir. Analizin buradaki işlevi, biyografiyi sağaltımın asıl araçlarından biri olarak kabul etme hatasına düşmemek ve onu özne için bir “yanlış tanıma” statüsüne taşımaktır. “Kendimi yanlış tanıyorum, dolayısıyla kendi geçmişimi de…” Bu noktada, örneğin kimi unutuşların, yanlış hatırlandığı fark edilen detayların, ya da kimi anılara gerçekliktekinden farklı biçimde atandığı sonradan anlaşılan bağlamların analiz içinde kendine sıkça yer bulduğunu hatırlatabilirim. Tüm bunlar, öznelerin hafızalarındaki bir sorundan ya da bizi aldatmaya / bizden bir şeyler saklamaya meyilli olmalarından kaynaklanmıyor. Bu, az önce sözünü ettiğim yeniden inşa meselesinin özüdür. Özne, biyografisindeki deliklerle karşılaşmadığı sürece öznel bir tarihselleştirmeden söz edilemez. İşte analiz süreci, böylece öznenin içerisinde kendi öznel tarihiyle yeniden ilişkilendiği bir işlem haline gelir.
Peki, bellek kavramından niçin bu kadar uzaklaştık? Hem de unutmak, yanlış hatırlamak vesaire demişken? Çünkü psikanalizde dilin tarafındayız; eğer kişinin anlatısında bir şey düşüyorsa, unutuluyorsa, unutulanın yerine bir başka şey geçiyorsa, kısacası bilinçdışı bir oluşumla karşı karşıyaysak bunu organik bir yerden ele alamayız. Özne gerçekten de bilinçdışının öznesiyse, unutma ve dolayısıyla da hatırlama ancak dilin ön koşulunda düşünülebilir. Konuşan-varlık olarak, ancak dilin içerisinde bastırırız, bastırma mekanizmasından söz edebilmek için yine öznenin önce dilin yasasına tabii olması gerekir. Bilinçdışının kavramsallaştırılması bakımından da Lacanyen bir fark olduğunu sezebiliyoruz. Lacan için sağaltımın koşulu, bilinçdışı -yani unutulmuş- bir materyalin bilince gelmesi -yani hatırlanması- değildir. Bilinçdışı, unutulmuş materyallerin biriktirildiği bir sandık değildir; dolayısıyla elimizi bir yığının içine daldırıp işimize yarayacak olanı yoklayarak bulmaya çalışmayız. Eğer onu illa bir şeye benzetmek istersek Lacan’ın izinden giderek “ansızın açılan ancak açılmasıyla kapanması da nerdeyse bir olan pencere” [ii] metaforunu kullanabiliriz. Konuşmanın mantıki akışı, belirli bir anda gelen bir unutma ya da dil sürçmesi ile kesintiye uğrayarak kırılır ve bu kesinti kimi zaman hem konuşanın hem de dinleyenin paylaştığı bir şaşırma deneyimine neden olur. Bu sürpriz anının yarattığı şaşkınlık, bazen “yakalanma hissi” ve utangaçlık, bazen gülme, bazen öfke haline doğru ilerlese de, konuşmanın mantıki akışa geri dönüşü fazla uzun sürmez. Ancak bilinçdışının konuşmada bıraktığı iz oradadır.
Geçmişle ilişki kurmanın zamanda hafıza yoluyla lineer bir geri gidişe eşit olmadığını anlamak için Freud’un Türkçe’ye “geriye dönük etki” olarak çevirebileceğimiz bir terim olarak ortaya attığı, bizim burada “sonradanlık etkisi” olarak bahsedeceğimiz mekanizmaya atıfta bulunmak yararlı olabilir. Bilinçdışı, tanımı gereği bilincin işleyiş sisteminden tamamen farklıdır; bilinçdışının bir zamanı, başka bir değişle, bir takvimi ya da saati yoktur örneğin. Onun işleyiş kuralları, sözünü ettiğimiz gibi, dilsel kurallardır, o yalnızca dilin yasasına boyun eğmiştir. İşte sonradanlık etkisinin var olmasının sebebi budur. Bu etkiden söz ederken, klasik bir örnek olarak hep travmatik yaşantı konuşulur; bir yaşantı yaşandığı anda travmatik olarak deneyimlenmeyebilir, ancak zamanın çok farklı bir yerinde yaşanan spesifik bir başka deneyim önceki yaşantının travma özelliğini kazanmasına neden olur. Ancak sonradanlık etkisinin yalnızca travma söz konusu olduğunda gündemde olduğunu düşünmek yanlış olur; bu özellikle analitik çalışmada gerçekleşen unutma ve hatırlama eylemlerinin önemli bir parçasıdır. Kimi zaman geçmişe dair bir hatıra anlatılırken çok mühim bir şeylerin eksikliği hissedilir ya da anlatıdaki bir şeyler eğreti durur ama neden böyle hissedildiği de pek anlaşılmaz. Tüm bu belirsizlik içerisinde, analizin bir yerinde, elbette sıradan bir yerinde değil, bazı taşlar yerine oturur ve bir tür aha-moment yaşanır ve analitik çalışma bu keşif üzerine yenileri konarak devam eder. Burada önemli olan, unutma ve hatırlamanın zamanının analitik çalışma içerisinde önceden belirlenebilir ve kimi tekniklerle manipüle edilebilir olmadığını anlamaktır. Benzer bir mekanizma, analistin yorumu için de geçerlidir. Analizde yorum, çoğu zaman havada asılı kalan bir şeydir, analizandaki esas yerini “şimdiki zaman”da bulmaz. Üzerinden zaman geçtikten, daha da önemlisi analizan kendi konuşması içerisinde, asılı duran bu yorumun bağlanacağı yeri keşfettiğinde benzer bir evreka anı gerçekleşir, ancak geriye dönük biçimde. Bizim yapabileceğimiz tek şey, analizanı konuşmaya ve serbest çağrışıma teşvik etmek ve dalgalı bir dikkatle duymaya kendimizi hazırlamaktır. Freud’un vaka öykülerini sunduğu yapıtları incelerseniz şunu görürsünüz; bu öyküler hiçbir zaman anlatılmaya başlandığı pürüzsüzlükte devam etmemiştir, her zaman süreç içerisinde hastaların öykülerine bizzat yaptıkları birtakım eklemeler, çıkarmalar, yer değiştirmeler söz konusudur. Kişiler belli bir anlatının etrafında dönüp dolaşırlar ama bastırma mekanizması sebebiyle ayak basamadıkları yerlerin de olduğu bilgisiyle karşılaşmaları ancak analitik bir çabanın sonucunda mümkün olur. Bu yalnızca Freud’un zamanında değil, halen böyledir. Çünkü bugün de bilinçdışı özne, kendi tarihini anlatırken o tarihte aslen neyi anlatmakta olduğunu bilmeden kurulmaya devam ediyor.
Tüm bunlar demek oluyor ki, analizin bize verdiği şey öznel tarihin gerçeği değil ancak onunla doğrudan ilişki kurmadaki imkânsızlıktır. Bu tam da analizi “semptomunun suçlusunu bulma” pratiğinden ayıran şeydir. Öznelerin bize birilerinden -ya da bizzat kendilerinden- şikâyet etmek üzere başvuruyor olması oldukça olağan bir şeydir; bu şikâyet de genellikle öznel tarihimizi ta çift oluşlarından itibaren yazmaya başlayan iki kişiye yani anne babaya yönelmiştir, başımıza gelenlere ya sebep oldukları için ya da olanları engellemedikleri için onlarla barışımızı bir yerinden bozmuşuzdur. Psikanalitik literatüre çok yakın görünen bir şey bu, ancak tuzağa düşmemek gerekir. Analizde mesele semptomumuza bir suçlu – ya da daha nötr bir tabirle söylersek-, bir neden bulmak değildir; aksine analizin başında analistimize sunduğumuz tüm neden – sonuç ilişkilerinin zamanla teker teker bir buzun çözülmesi gibi çözülmesi ve öznenin asıl dönüştürücü soruyu sormaya başlamasıdır: “Semptomumu sürdürmede benim rolüm ne?” Bu soruyu sormaya başlamak, aynı zamanda tüm ilişkilerimizi de tekrar gözden geçirmek demektir. Semptomumuzun muhatabı olmuş tüm diğer öznelerle kendi özne oluşlarında tanışmaya başlarız; biz ne kadar bölünmüş ve eksikli isek Öteki de o kadar eksiklidir. İster iki sevgili olsun, ister ebeveyn - evlat, iki öznenin birbirlerine verebileceği tek şey vardır; o da öznenin kurulumunun temelinde olan, yapısal bir “varlıkta eksik olma” halidir. Bunun ruhsallıkta işlenebilmesiyle birlikte, özne semptomlarından kurtulmaya çalışmak ile onlara devamlı olarak yapışmak arasında bir orta yol bulabilir. Bu orta yol her özne için farklı bir yoldur ama ortak olan bir şey vardır ki, o da semptomu devam ettiren şeyin ondan aldığımız bilinçdışı hazla bir bağı olduğu ve öznenin analiz boyunca semptomunun nedenini kendi öznel tarihinde yer alan kişilerde aramaya devam ettikçe, bu hazla olan bağı üzerinde çalışmaktan uzak kaldığı bilgisidir. Böylece analizde direnç dediğimiz kavramın da bir ifadesini vermiş olduk. Fakat bu başka bir günün konusu.
Tam burada, psikanalizin çalışma prensibi olarak adlandırabileceğimiz “aktarım” ilişkisini nasıl ele almak gerek? Aktarım kavramının klasik tanımına bakacak olursak oldukça ters köşe bir yerde kalıyoruz; çünkü bu tanıma bağlı kalırsak analizde analistimizle olan ilişkimize kendi bakım verenlerimizle kurduğumuz ilişki örüntüsünü aktardığımızı kabul etmemiz gerekir. Oysa tüm bu konuştuklarımızdan itibaren söz konusu olanın tam olarak bu olmadığını çıkarsayabiliriz; evet, bir tekrar vardır ancak bu bakımverenin sunduğu ilişki modelinin “iyi” ya da “kötü”, “işlevsel” ya da “işlevsiz”, “sağlıklı” ya da “sağlıksız” biçimiyle analiz odasına yerleştirilmesine dair değil, bakımverenin tümgüçlülük temelinde kurulmuş imgesinin neredeyse analiste aktarılması gibi bir şeydir. Analistin bize dair bilinçdışı bilgiye sahip olduğunu varsaydığımız için ona başvururuz; bizim farkına varamadığımız, bir türlü bilgisine ulaşamadığımız bir şeyleri görebileceğini ve bu şeylere müdahale edebileceğini umarız. Bu yüzden analiste yapılan başvurular bazen adeta bir yardım çığlığı gibidir; “Sizce ne kadar sürede iyileşirim?”, “Sizce şu şu konuda hata mı yapıyorum?”, “Kafam falanca konuda çok karışık, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, belki siz bir şeyler söylersiniz diye geldim.”, “Sonuçta siz benim gibi çok insan görmüşsünüzdür, tecrübelisiniz.” Tıpkı bir zamanlar büyüklerin tüm dünyanın bilgisine sahip olduklarını düşünmemiz gibi. Onların evetleri ve hayırları, yaşama ve diğer ötekilere dair bir imge oluşturur, tüm ahlaki sınırları onlar koyar ve bizim hakkımızda en iyi olanı onlar bilir. Eğer bir karar verici varsa, bunlar büyüklerimizdir; çünkü diğer insanları ve dünyayı onlar bizden daha uzun süredir deneyimlemektedirler. Bu tümgüçlü imgenin ilk çatladığı yer ergenliktir ancak bir büyüğün yerine başka büyükler gelir. Öznenin aktarımda tekrar ettiği şey şu ya da bu kişiye ait bir zorluk değildir; öznenin meselesi Öteki’yi eksikli bir varlık olarak kurmaktır sadece. Bu Öteki’nin yerine ister ebeveynleri koyalım ister analisti. Analistin bilen konumunun analiz sonunda sallanması, hatta yıkılması gerekir. Ergenlikle birlikte yetişkinliğin dünyanın tüm bilgisine sahip olmaya yetmediğine, onların da dünyaya karşı en az bizim kadar savunmasız olduklarını ve bu savunmasızlıkta kendi yollarını bulmaya çalıştıklarını görüyorsak, analiz içerisinde de analistimizin bilgisinin sınırlarıyla karşılaşırız. Analistin biz konuşmadığımız ve konuşmamız üzerine çalışmadığımız müddetçe yapabilecek pek az şeyinin olduğunu görürüz. Tümgüçlülük fantazmının aktarılması gibi o tahttan düşüş de aktarılır. Tabii burada şunu belirtelim; ne ebeveynlerimizin mükemmel olmadıklarını kabul etmek onlarla düzgün bir ilişki kurmamıza engeldir ne de analistin bizim zihnimizi okuyamadığını ya da bir sonraki “hamlemizi” bilemeyeceğini fark etmek analiz sürecine engeldir. Analistle kurulan aktarım ilişkisinin ne tür bir tekrar olduğunu sanırım şimdi daha iyi anlamış bulunuyoruz.
Geldiğimiz noktada, artık psikanaliz için geçmişle ilişkilenmenin amaçtan ziyade bir araç olduğunu iddia edebilecek bir konumdayız. Psikanaliz denildiğinde akla bugün ya da geleceğin ötesinde çoğunlukla geçmişin gelmesi biraz da bundandır. Biraz Lacan’ın analizin geçmişin basit bir yeniden yaratımından ibaret olmadığı konusundaki uyarısını [iii] ele alalım. Geçmişle olan ilişkinin zorunlu olarak dolayımlı olduğunu kavramak ve bu doğrultuda öznel tarihi yeni keşifler yoluyla tekrar yazmak kişinin analizindeki anlardan yalnızca biridir, fakat sonuncusu değil. Bu ilişkinin, - hatta belki de ilişkilerin demeliyiz – özneyi götüreceği yer, tüm öznel tarihi boyunca semptomunun yöneldiği Ötekiler ve benzerler ile kurduğu ilişkilerin kişinin kendi öznel arzusu bakımından nasıl bir yere sahip olduğu ile ilgilidir. Daha açık bir ifadeyle, Lacan’ın “Arzu, Öteki’nin arzusudur.” şeklindeki formülasyonunun dikkatimizi çektiği noktaya geliyoruz. Geçmişin gerçeğiyle ilişkilenmenin imkansızlığıyla karşılaşmak, Ötekilerin de özne için statüsünü değiştirir; artık anlaşılır ki Öteki yaptıkları ve yapmadıkları, söyledikleri ve söylemedikleri, doğruları ve hataları ile diğer tüm diğer özneler gibi arzulayan bir varlıktır ve analizdeki bu keşif, özne için Öteki’yi onu yutmaya hazır bir ağızdan ya da eli maşalı bir efendiden farklı bir konuma yerleştirmeye yardım eder. İşte geçmişin yeniden inşasının aracı olduğu şey budur. Psikanaliz, Öteki ile kurduğumuz ilişkinin ihtiyaç, doyum ve tatmin ilişkisini de aşarak arzu düzeyine yerleşen bir ilişki olarak ruhsallıkta tekrar kurulması işidir, bunun yolu ise önce Öteki’yi arzulayan bir varlık olarak, kendimizi ise o arzunun arzulayanı olarak tanımaktan geçer. Öteki’nin arzusunun arzulanması, onun arzuladığı bir şeyi arzulamak değil, ama onun arzulamasını arzulamaktır. Burada kısa bir not olarak, Lacan’da arzu kavramının nüvesinin cinsellikten bağımsız olmadığını ancak bu kavramı tek başına cinsel hazza giden bir yol olarak anlamamak gerektiğini belirtmeliyim.
Kapatırken, psikanalizi zihinlerimizde semptomatik bir sağaltım yöntemi olmanın ötesinde konumlayabildiğimizi umuyorum. Psikanaliz, bir ilişkilenme biçimidir; özne analiz içerisinde dil ile ilişkilenir, aktarım yoluyla analistiyle ilişkilenir, ötekilerle kurduğu ilişkilerin kendisiyle ilişkilenir. Başka bir değişle, öznenin kendisini ilişki kurmaktan alıkoyduğu bir sağaltım mümkün değildir.
[i] Lacan, J. (2024). Freud’un teknik yazıları (C. Özcan, Çev.). Encore.
[ii] Lacan, J. (2013). Psikanalizin dört temel kavramı (N. Erdem, Çev.). Metis Yayınları.
[iii] Lacan, J. (1958-1959). Desire and its interpretation (Translated version). Unpublished manuscript.
(*) Bu metin, İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Kulübü'nün Şubat 2025’te düzenlediği “İlişkilerimiz” konulu 6. Psikoloji Günleri kapsamında yaptığım sunumun metnidir.





Yorumlar